Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’nde 6 Şubat Pazar akşamı Vuslat dergisinin organize ettiği “Tunus’un Özgürlük Devrimi” başlıklı bir panel düzenlendi.
07 Şubat 2011
Gazeteci Hüseyin Kulaoğlu’nun yönettiği panele gazeteci Turan Kışlakçı, Tunus’lu gazeteci İbrahim Bouazzi ve Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya konuşmacı olarak katıldılar.
İbrahim Bouazzi’nin Sunumu:
Panelde ilk sözü alan Bouazzi Tunus’taki gelişmeleri anlayabilmek için 1954 yılına kadar geri gitmek gerektiğini belirterek başladığı konuşmasında şu vurgulara yer verdi:
“1954 yılı Tunus açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bourgiba ile Paris’te Yahudi bir avukatın bürosunda anlaşan işgal güçleri, Fransız ordusunu Cezayir’de kıyam yapmak üzere yönlendirebilmek için Tunus’un bağımsızlığı üzerine pazarlık yaptılar. Bu görüşmede İsrail’e yönelik pazarlıklarda konuşuldu. Yani Tunus’un geleceği Cezayir halkının canı ve kanı pahasına olmuştur. Bugün isyanın ilk başladığı şehirlerde yaşayan bölge halkı bu durumu biliyorlardı. Her na kadar bu sürecin belgeleri Bourgiba devrildikten sonra ortaya çıkmış olsa da halkın 65 yıllık bu öfkesi Bin Ali döneminde de devam etmiştir…
Bu bölge hem Bourgiba, hem Bin Ali döneminde özellikle fakir bıraktırılmıştır. Burada zaman zaman isyanlar zaten olagelmekte idi. Ama hem medya bunları örtüyordu, yani Tunus halkı gerektiği gibi bilgilenemiyordu, hem de sınırlı kalıyordu…
Mesela 2008’deki protestolar sahil illerine yapılan yatırımların bu bölgelere de kanalize edilmesi için yapılmıştı. O dönem bu şehirleri kuşattılar ve ardından işçi sendikalarıyla sözde kalmak üzere anlaştılar ama uygulamaya geçilmedi. Tutuklamalar oldu. (Hatta şimdi bu tutuklananlardan serbest bırakılanlar oldu) Bu bölge insanı Cezayir halkıyla bir bütündür. Tunus-Cezayir farkı aslında sadece isimde ve coğrafi sınırlardadır. Yoksa böylesine birbirinden ayrılmış bir halk söz konusu değildir. Nitekim bu bölge insanının Cezayir’de akrabaları vardır. Bourgiba’nın yapageldiği ihanetten ötürü 1960’larda bu bölgede birkaç suikast girişimine maruz kalmıştı. Bu bölgede milletvekillerinin arabaları yakılmış ve çeşitli şiddet olayları her daim mevcuttu.
Rejim bölücülük politikası işletmiş, suni milliyetçilikler üretmeye çalışmış, bölge dillerini bu amaçla kullanmış ama başarılı olamamıştı.
İşte Sidi Buzid’de başlayan ve komşu şehirlere sıçrayıp 25 kadar göstericinin ölümüyle sonuçlanan ilk ayaklanma böylesi bir tarihi birikimin ürünü idi.
Halk Korku Duvarlarını Aştı
Ancak protestolarla bunların intifadaya dönüşme sürecini birbirinden ayırmak gerekir. Evet olaylar bu bölgede başladı ama gerçek anlamda bir intifadaya 14 Ocak’ta ulaşıldı. Bu bölgede yaşanan olaylar başkentte internet vasıtasıyla hızla haber olarak yaygınlaştırıldı. Öğrenciler, öğretmenler, memurlar, avıkatlar, işçiler bunu “Özgürlük protestoları”na dönüştürdüler. 14 Ocak’ta Cumhuriyet sarayı kuşatıldı. Bin Ali Kara Kuvvetleri komutanına halka karşı silah kullanması yönünde ateş emri verdi. Komutan bu emri reddetti ve halka taeş açamayacağını, ordunun sadece sınırları koruduğunu, böyle bir emri veremeyeceğini söyleyince Bin Ali gitmek zorunda kaldı ve malum süreç yaşandı.
Onun adamları
iktidarda kalmak istedi ama halkın ısrarları üzerine istifa etmek
zorunda kaldılar ve yeni bir hükümet kuruldu. Öğretim
görevlileri, hukukçu vs. kimlikteki insanların içinde bulunduğu
sivil bir hükümet kuruldu. Ancak şu an yaşanan fiili tehlike.
Cumhuriyet sarayının 3 bin kadar muhafızının geceleri sivil
kıyafetlerle terör eylemleri gerçekleştirmeleri ki bu henüz
engellenebilmiş değil.
Peki bundan sonra ne olacak? Geçici
hükümet yavaş davranmakta. Halkın talepleri aşama aşama
cevaplanmakta. Eski rejimin devamını sağlama niyeti de hala hakim
ama halkın değiştiğini ve tatmin olmayacağını belirtmek lazım.
Çünkü halk korku duvarlarını aştı. 250 şehit verildi ve
direniş hala devam ediyor. Halkı kurşun durduramıyor.
İslami Hareket Ne Durumda?
Gannuşi kendisine
sorulan bir soru üzerine bu devrimde İslami hareketin bir rolü
olmadığından bahsetti. Dindar halk, sufiler, selefiler, solcular,
milliyetçiler isyanlarda rol aldı ama en çok İslamcıların işine
yaradı. Şu an Gannuşi’yle birlikte pek çok lider döndü ve resmi
başvurularda bulundular.
Nahda 1989 seçimlerinde %60 oy
almıştı. Eskisi kadar güçlü değil, başka gruplarda oluştu bu
dönemde Tunus’ta. Hatta Şiiler ve Vahhabiler de”…
“Tunus’un da Mısır gibi olmasını temenni ediyorum” diyerek konuşmasını tamamlayan Bouazzi’den sonra sözü Kışlakçı aldı.
Turan Kışlakçı’nın Sunumu:
“Son 10 yıl içerisinde bu değişimin sinyalleri vardı” diyerek sözlerine başlayan Kışlakçı, arka plana ilişkin birkaç noktanın altını çizdi:
– Erdoğan’ın etkileri. (Davos çıkışı’nın verdiği ruh, kitlelerdeki irade oluşumunun tetikleyicisi bir işlev gördü. Kendi liderlerinde göremedikleri onurlu tutumun, Erdoğan üzerinden örneklenmesi oluştu.
– Hizbullah’ın Zaferi. (İsrail’in dokunulmazlık ve yenilmezlik efsanesini sarstı. Kitlelerde biriken öfkenin sözcüsü oldu.)
– Gazze olayları, Mavi Marmara ve Hamas. (Bu olaylarla yine kendi durumlarını, rejimlerinin zillet içeren konumlarını ve liderlerini sorguladılar.)
– Hem Batı’yı, hem
kendi ülkelerini eleştiren yeni aydın tipleri oluştu.
–
İnternetin etkisi.
Libya lideri Kaddafi’nin süreci 3 yıl öncesinden gördüğünün de altını çizen Kışlakçı, oğlu Seyfulislam’ı yeni sürecin dizaynında görevlendirdiğini; bir çok İslamcı için af çıktığını, yurt dışında bulunanların geri dönmelerine izin verildiğini, bunlara iş, evlilik gibi imkanlar sağlandığını belirten Kışlakçı, Kaddafi’nin kendi açılımları sayesinde Libya’ya yumuşak bir geçiş sağladığından bahisle, süreci göremeyen diktatörlerin bu süreçte göstermelik değişimlerle kendilerini kurtaramayacaklarını, çünkü zihinlerin dönüşmeye başladığını, halkların korku duvarlarını yıktığını ve kolay tatmin olmayacaklarını belirtti.
Özellikle internetin ve facebook, twitter gibi grupların bu devrimlerde etkili olduğundan bahisle, bunların birer halk devrimi olduğu ve İslamcıların bu değişimdeki rollerinin abartılmaması gerektiği üzerinde durdu.
Kışlakçı’nın bu
tespitleri izleyiciler tarafından sorgulandı. “Halk hareketi”
tabirinin soyut bir tabir olduğu, sanki burada bir irade
yokmuşcasına tavır almanın anlamlı olmadığı, üstelik
özellikle Mısır bağlamında, İhvan’a ve İslami hareketlere
yönelik haksızlığı içinde barındırdığı; Öfkenin ardında
nasıl ki yolsuzluklar, Batı’yla ilişkiler, gaspedilen özgürlükler
var ise, öfkenin de bir dili olduğundan; bu dilin ise onyıllardır
mücadele veren ve yıllardır rejimin gadrine uğramış,
işkencelerden geçmiş, halkın nefisinde olanı dönüştürme
mücadelesi vermiş İslami hareketin birikimini temsil ettiğinin
altı çizildi.
Nitekim Kışlakçı da zaten konuşmasında
20’li yaşlardaki gençliğin etkilendikleri maddeleri sıralarken,
bunların hemen hepsinin İslami hareketlerin oluşturduğu gündemler
olduğu dikkatlerden kaçmıyordu.
İhvan’ın temkinliliği ile
etkiliğinin birbirine karıştırılmaması gerektiği, bu halkların
bilinçaltında İslami taleplerin bulunduğu, nitekim İsrail’e olan
öfkenin tarzı ve dilini bu hareketlerin oluşturduğu, rejime
yönelik eleştirilerde de aynı birikimin varlığının bunu
ispatladığı program sonrası yapılan kısa sohbette izleyiciler
tarafından Kışlakçı’ya iletildi.
Rıdvan Kaya’nın Sunumu:
Tunus-Türkiye benzeşmelerinden örnekler vererek konuşmasına başlayan Kaya, Batıcı-Laik-Despot tanımının bu ilişkiyi özetler mahiyette olduğunu belirtti. Kitleleri harekete geçiren en önemli unsurun onurlarının kırılması olduğunun altını çizen Kaya sorunu en temelde ekonomik sebepler olarak gören bakış açılarının çok da sağlıklı olmadığını söyledi. Bin Ali’nin gidişini Şah’ın onursuz gidişine benzeten Kaya, konuşmasını Batılıların ikiyüzlülüklerinden örnekler vererek sürdürdü:
“Bin Ali’ye
övgüler düzen Batılılar, olaylar tersine döndüğünde aile
ilişkilerinden, ülkeyi nasıl da sömürdüklerinden dem vurmaya
başladılar ki bu tam anlamıyla bir ikiyüzlülüktür. Tıpkı
BOP, seçimler ve Mübarek örneklerinde olduğu gibi. Filistin
seçimlerinde de benzer ikiyüzlülüklere aşina olduk…”
Olayların
ardında ABD, AB gibi unsurların olduğuna dair komplo teorilerine
de dikkat çeken Kaya, “Eyvah, daha kötü olabilir!”
tarzındaki yaklaşım biçimlerinin kendilerine “Daha kötü ne
olabilir?” diye sormaları gerektiğini belirtti. Baskı
sistemlerinin insanları kirlettiğini, özgür iradelerini teslim
aldığını ve bu ortamlardan da bir şekilde kurtulmanın her
halükarda hayırlı olduğunun altını çizdi.
“Eğer birileri bu gelişmelerin ardından bizleri yönlendirecek, başımıza farklı çoraplar örecekse bu bizimle alakalı bir husus. Bizim gücümüzle, basiretimizle. Biz dirayetli olursak bu planları bozarız, değilsek zaten her halükarda olumsuz gelişmeler kaçınılmaz olarak bizi etkiler”.
İnterneti Abartmamalıyız, İslami Hareketin Etkisini Hafifsetmemeliyiz.
İnternetin önemli bir araç olduğundan bahseden Kaya, “yine de her şeyin bizim ellerimizle oluşageldiği gerçeğinin üzerini örtmemeliyiz.” dedi:
“İslami
çabaların yerini network ortamı dolduramaz. Bu ülkelerin
geçmişlerinde de yeter derecede İslami tecrübeler var.”
Dedikten sonra, “Elbette zaaflarımız da vardır ama
Müslümanların dışındakiler de Müslümanlardan daha iyi durumda
değiller.” Diyerek, farklı kesimlerin rollerinin abartılarak,
İslami kesimlerin birikimlerinin görmezden gelinmesinin en hafif
tabirle haksızlık olduğunun altını çizdi.
ABD ile ilgili
bir soru üzerine, ABD’nin bu süreçte hatalar yaptığından
bahisle, aslında farklı coğrafyalarda da benzeri hatalara düçar
olduğunu ve bunun da Müslümanların basiretli duruşları ve
direnişleri sayesinde bölge halklarının lehine gelişmelere
sebebiyet verdiğini belirtti.
AK Parti’nin model olmasına ilişkin de, “AKP İslami hareketlere model olamaz ama yıllarca bu rejimlerin baskıları altında inlemiş kitlelerin nefes alabilmeleri için AKP modeline atıfta bulunulmasında garipsenecek bir yön yoktur” dedi.
Son olarak bütün bu gelişmelerin İsrail’le olan ilişkileri etkileyeceği ve bunun da hayırlı bir gelişme olduğunu belirterek sözlerine son verdi.
Vuslat dergisini düzenlediği bu programdan ötürü tebrik ediyoruz. Öte yandan bu tür programlara katılımın daha fazla olması gerektiğini, hem bu tür programların gündeme ilişkin perspektif zenginleşimine katkı sağlayacağını, hem de müslümanların üzerinde bunun bir sorumluluk olarak bulunduğunu da hatırlatmak istiyoruz.